Salı, Haziran 11, 2013

Köyüm'ün Güzellikleri ve Hurafeleri :)


Hafta sonu biraz kayın validemler biraz annemler derken gündemden çok şükür iyice uzak kalıp kafa dinledik. Bu sefer kafayı dinleyip bedenimizi yorduk. 

Benim köyüm İstanbul'un herkes tarafından bilinmeyen, hala tarım ve hayvancılığın yapıldığı ender köylerdendir. Ben çocukken neredeyse herkesin büyükbaş, küçükbaş hayvanı varken, şimdilerde bir elin parmağını geçmez hayvan sahipleri. Bu sebeple hayvanların otlatıldığı yeşillikler de farklı işlevler görmeye başlamış. Kimine meyve ağaçları dikilmiş, kimi sürülüp bırakılmış. Yavaş yavaş buralarda da yapılaşmalar artmaya başlamış. Önceden hayvanların otlatıldığı, kurbağaların vırak vırak kafa şişirdiği, yılanların gezdiği yeşillikler artık yok denecek kadar az malesef. 

Çocukken hayvanları otlatmaya getirir, o arada sazlıklardan mikrofona benzeyen bir bitki vardır onu koparır oyunlar oynar, kelebek yakalar, çelik çomak oynar, fındık toplar, piknik yapar, dereden kurbağa yakalamaya çalışırdık. Korkardık da bir yerlerden karşımıza yılan çıkacak, dereden karşıya geçemeyeceğiz diye. Hayvanlar otlamaya devam ederken bir ağacın gölgesinde dinlenir, bazen sürüye tam olarak alışamamış buzağının peşinden koştururduk. En sevdiğimiz şeyse, dikenliklerden more (böğürtlen) toplamaktı. Bazen o kadar çok toplardık ki, hepsini yiyemezdik de annem reçel yapardı. 

Şimdilerde hayvancılık bitmek üzere olduğu ve yeşillikler de kısıtlı olduğundan bu manzaraları bizden sonrakiler çok yaşayamadı. Okuduk, büyüdük, gittik. Şimdi köye, tarlaya gidince hep çocukluğumun o güzel, doğayla baş başa dönemlerini hatırlıyorum. 

Bir de köylerin vazgeçilmez hurafeleri, korkutucu hikayeleri vardır. Bizim köyde de vardı/var tabi ki. Köyden tarlaya ulaşmak için mezarlığın yanından geçmemiz gerekirdi. Bazen duyduğumuz hikayeler sebebiyle o kadar korkardık ki annemin eteğinden ayrılmazdık. Köylerde cinli, cin çarpmalı hikayeler meşhurdur malum. Cinlerin ateşine düştü, incir ağacının dibinde cinler sofra kurar, akşam ezanından sonra su birikintilerine basma çarpılırsın, cinler sahiplendi, isimlerinin anıldığı yere gelirler vs. gibi değişik, ilgi çekici ve korkutucu hikayeleri sıkça duyar ve ürperirdik. Bir taraftan da çekici bulurduk ama sonrasında gece lavaboya kalkmak artık bizim için kabire girmek kadar korkutucu bir şey olurdu.


Korkuyla öğrendiğimiz cinlerin korkunç ve tehlikeli yaratıklar olduğuna böylece inanırdık. İşte o yüzden üç harfli deriz onlara. Sonradan Kur'an dan ve siyerden öğrenmeye başladık işin doğrusunu.  Onlardan korunmanın yollarının tuhaf muskalar değil de ayetler ve dualar olduğunu öğrendik. Ama hala üç harfli deriz konuşurken, cin diyemeyiz ki aman gelmesin :)

İşte bu yüzden köylerde hacı hoca takımı revaçtadır her zaman. Üfürükçüsü, büyücüsü, cincisi her bir şeycisi bilinir, kulaktan kulağa yayılır, iyileri tavsiye edilir. Bu insanlar muhakkak bu işleri paralı yaparlar. Cin çıkarmanın, muska yaptırmanın, üzerinde büyü var mı yok mu öğrenmenin, büyü bozdurmanın bedelleri vardır. Doktorlardan bulamadığımız şifayı bu şarlatanlarda arayınca öğrenmiştik ailecek ne olduklarını. Karısının cinlerle irtibatta olduğunu söyleyen, 15 yaşında öldüğünü, kabir azabı çektiğini sonra da insanlara ibret olsun diye tekrar dünyaya gönderildiğini iddia eden! Allah kimseyi çaresiz bırakıp böyle şarlatanların eline düşürmesin. İnsanın imanının bir anda uçup gitmesine sebep olabilecek mevzular bunlar. 

Ama şu var ki "gelenek" olarak öğrenilmiş din'le yaşayan insanlara bu şarlatanlığı anlatmak imkansız gibi. Başına bir şey gelince hemen nazar değdi diyen, elem tere fiş kem gözlere şiş deyip kurşun döktüren insanlara bunların sahtekar olduğunu anlatmak eziyet! 

Ha bir de kapıya gelip fal bakan çingeneleri hatırlıyorum. Annemin kadına gönülden inanışını. Zengin olacaksın deyince, kayıtsız kalamıyor demek insan :)) 

Fal baksın bakmasın bu kadınların muhakkak bohçaları olur yanlarında. Eteklik kumaşlar, bluzlar, iç çamaşırları vs yanlarında taşır, satmaya çalışırlar. Beş para etmez malları için pazarlık etmek bile istemezler sanırsın dünya markası ürünleri satıyorlar. Bir de muhakkak evden pirinç, şeker, un ne varsa isterler, annem de bazen azarlar gönderir bazen de kıyamaz verir. Şimdiki zaman dilinde konuşuyorum çünkü hala bohçacı çingeneler bitmiş değil. Ara ara görünürler yine. Çingene deyince de kızarlar bir de, roman diyecekmişiz. Ablam da inadına bunları görünce "anneee çingene geldiii" diye bağırırdı :)

Köydeki pazar maceramızı anlatacakken konu nerelere geldi :) 

Pazar günü ormanda kahvaltı pikniğine niyetlenerek gittiğimiz köyde, evde kahvaltı yapıp tarlada mısır çapasına giderken bulduk kendimizi :) Üç kızı iki damadı bir de annem, ellerde çapa güneşin altında amele yanığı olmaya razı çapaladık durduk :) Sonraki gün ne ağrım oldu ne sızım. Vücudumun çapalamaya ihtiyacı varmış :) Aslında Taksim'de kaç gündür boş boş yan gel yat osman yapan direnişçilerden bir kaçı hayrına yardıma gelse bitirmiştik biz bütün tarlayı ama olmadı. Kendi çab(p)alarımızla yarıladık işi. 

O günden geriye de bu fotoğraflar kaldı. Yediği sebzenin nereden geldiğini, bitkisini bilmeyen şehir gençliği öğrensin diye fotoğraflarını çektim. Bundan sonra yok ben görmedim bilmiyorum olmasın :)


BAKLA


BEZELYE

DOMATES

ERİK AĞACI

KABAK

KARPUZ

MISIR

SALATALIK

TAZE SOĞAN


1 yorum:

  1. Selam, köyün adını yazmamışsın, neresi burası?

    YanıtlaSil