Çarşamba, Mart 20, 2013

BİR İSTANBUL HAYRANI


Yıllar önce (2009) üniversitedeyken yazdığım bir yazı. Tekrar okuduğumda da görüyorum ki hala aynı şeyleri düşünüyor, aynı şeyleri hissediyorum. İstanbul'un en iflah olmaz hayranlarındanım. Boğazından, köylerine; tarihi yarımadasından, adalarına her bir köşesi cennet benim için. 




BİR İSTANBUL HAYRANI

Bir başka güzeldi bugün İstanbul. Her zamanki gibi evime gitmek için Mecidiyeköy’den bindim otobüsüme. Bir saatlik yolculuk ve sonrasında tekrar bir saatten fazla sürecek bir yolculuklar silsilesi bekliyordu beni. İstanbul işte! Karşıya geçmek için bizler saatlerimizi harcarken, İstanbul dışında okuyan arkadaşlarımıza da malzeme oluyoruz: “Yahu ben iki saatte Düzce’ye gidiyorum, sen okuluna ancak üç saatte gidiyorsun, nasıl iştir bu?” gibi yaklaşımlara mazhar olmak mesela. Eh işte bu da İstanbul’da yaşamanın/okumanın maliyeti olsa gerek! Her güzelin bir kusuru vardır ya, işte bu şehrin kusuru da trafik/yol keşmekeşi. Ama tarihin akışını değiştiren bu şehre her türlü kusuruna rağmen hayranım. Evime kapansam, dışarıya hiç çıkmasam ama İstanbul’da olduğumu bilsem bile bu yeter bana. Sanki bu şehrin dışında hayat aynı ivmede akmıyormuş gibi geliyor bana.


Köprü’den geçerken her zamanki gibi cama yapıştırdım burnumu. İşte boğaz! Her zamanki ihtişamıyla selamlıyordu yine İstanbulluları. Deniz yeşilin en güzel tonlarından birini giyinmiş, gökyüzü de kıskanırcasına onu saklamaya çalışan bulutların arasından buz mavisi rengiyle göz kırpıyordu. O kadar ki “ Eh yine kışı yaşayamadan bahar geldi” dedim içimden. Martılar da havanın ve denizin bu güzelliğinden istifade etmek istercesine hücumdaydılar grup halinde. Öyle ki bu sefer denizin üzerinde birikmiş gördüğüm şeyler pet şişe, çer-çöp değil kuşlardı. Bazen Kanlıca’dan geçerken düşünmüyor değilim, keşke buralarda da trafik olsa doya doya izlesem şu güzelliği. (Yıl 2013 ve trafik olmayan yer yok!)


Kusursuz bir elden çıkan tablo gibi. Belki de bu yüzden yaz mevsimini, baharları daha çok seviyoruz bu güzellikleri izlememize fırsat verdiği için. Geçen haftayı hatırlayınca bu kanaate vardım. Sis o kadar yoğundu ki, Levent’te o yüksek yüksek binaların yarısını ancak görebildik. Boğazda da karşı kıyıyı görebilmek mümkün değildi. 

Velhasıl kelam, İstanbul'u sevmek için sebep aramaya gerek yok. O kendiliğinden sebebini yaratıyor zaten. Yüzyıllardır ‘elde etmek’ için uğruna ‘kan dökenler’ ve uğrunda ‘kanı dökülenler’ bir şeyler biliyorlardı elbet. 


Havasının, suyunun kirliliğine, çarpık kentleşmesine, yoğun nüfusuna, tarifsiz trafiğine ve onca çelişkisi-çilesine rağmen hala bu şehri bu kadar sevebiliyor, bu kadar hayran olabiliyorsak; kimbilir yüzyıllar önce bu şehri görmüş, boğazın havasını solumuş olsaydık neler hissederdik. Cennetin dünyadaki küçük bir yansıması adeta.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder